KLÂSİK (DİVAN) EDEBİYATIMIZDA ve ŞEYH GALİP’te PEYGAMBER SEVGİSİ
ŞEYH GALİP’İN HAYATI:
Edebiyat eleştirmenleri ve tarihçileri tarafından Klâsik (divan) Türk Edebiyatının son büyük şairi ve temsilcisi olarak kabul edilen, aynı zamanda büyük bir mutasavvıf olan Şeyh Galip; sanat, kültür ve bir ilim merkezi olan İstanbul’da 1757’de doğdu. Asıl adı, Mehmet Esat’tır. Babası Mustafa Reşit Efendi, annesi Emine Hatun’dur. Osmanlı İmparatorluğu’nda Hümayun Kâtibi olarak görev yapan baba Mustafa Reşit Efendi, Mevlevîliğe ve Melâmîliğe bağlı, şiirle de uğraşan, kültürlü aydın bir insandı. Şeyh Galip’in dedesi Mehmet Efendi de tıpkı babası gibi Mevlevî tarikatı hadimlerinden âlim bir zattı. Bu bilgilerden anlaşıldığına göre Şeyh Galip, tasavvufla hemhâl olarak yoğrulan, mütefekkir, asil bir Osmanlı ailesine mensuptur.Hüsn ü Âşk sahibi, ilköğrenimini babası Mustafa Reşit Efendi’den talim etti. Aynı zamanda babası Galip’e, Mevlevîliği sevdirdi ve bu tarikatın önemli eserlerini okuttu. Denebilir ki Şeyh Galip’i kendisi yapan Mevlevîliktir, Mevlâna Celâlettin-i Rumî’dir, Mevlâna Celâlettin-i Rumî’nin 11 defa baştan sona okuyup hıfzettiği Mesnevî’sidir. Babasından ilk şiir zevkini ve Mevlevîliğin rint dünyasının güzelliğini alan Şeyh Galip, Hamdi Efendi adında bir Arapça bilgininden Arapça dersleri okudu. Sonraları değişik hocalardan Arapça ve Farsça dersler alarak bu dilleri, şiirlerinden anlaşıldığına göre kusursuz olarak öğrenecektir. Çağının ünlü âlimleri ile tanışan Galip, onlardan dersler aldı. Çok genç yaştayken devrin ünlü âlim ve mütefekkirleri tarafından takdir edilen Şeyh Galip, güçlü bir şair, geniş kültürlü bir aydın olarak çevresinde tanındı. Ders aldığı hocalar arasında Galata Mevlevîhanesi Şeyhi Hüseyin Efendi de vardı. Zamanın en tanınmış hocası Neşet Efendiden de dersler aldı. Neşet Efendi, genç Şeyh Galip'in şairlik yeteneğini çabuk fark etti ve yazdığı şiirleri beğenerek ona, "Esat" takma adını önerdi. Şeyh Galip de hocasını kırmayarak bir ara "Esat" takma adıyla şiirler yazdı. Bu mahlâsın başkaları tarafından da kullanıldığını fark eden Hüsn ü Âşk şairi, "Galip" adını kullanmaya başladı. Her iki mahlâsı birlikte kullandığı da görüldü. 1787 yılından sonra artık sadece, “Galip” mahlâsını kullandı. Böylece, asıl adı olan Mehmet Esat unutulmuş ve daha sonraları hep "Şeyh Galip" olarak bilinmiştir.Henüz 24 yaşındayken divan sahibi olan şair, 26 yaşlarında Klâsik Türk Edebiyatında mesnevî türünün en başarılı örneklerinden biri sayılan 2101 beyitli, "Hüsn ü Âşk" adlı eserini altı ay gibi kısa bir süre zarfında tamamladı. Bir yıl sonra yani 1784 yılında Konya'da Mevlâna Dergâhı’nda çileye(1) girdi; fakat ayrılığına dayanamayan babası Konya Şeyhi Seyit Ebû Bekir Efendiye başvurarak çilenin İstanbul’da Yenikapı Mevlevîhanesi’ne nakli için izin almıştır. O sıralarda Mevlevîhane’nin Şeyhi olan Ali Nutkî Dede’nin notlarına göre Galip, 1001 günlük çilesini 25 Ramazan 1201 / 11 Temmuz 1787 günü Yenikapı Mevlevîhanesi’nde tamamlayarak, “Dede” olmuştur. Galip çilesi sırasında şiir söylememiştir. Sonraları Sütlüce'deki evinde, 1790’dan 1791 yılına kadar ilimle ve eser yazmakla uğraştı. Niyeti, bundan sonra babası ve annesi ile bir eve geçmek ve orada manevî bir iklimde inziva hayatı yaşamaktı; fakat o yıl padişah olarak tahta çıkan, bir sanat, kültür, edebiyat âşığı, aynı zamanda şair de olan III. Selim, Şeyh Galip'in şiirlerini tanıyor, seviyor ve şaire saygı duyuyordu. Değil mi ki mücevheratın kıymetinden ancak sarraf anlar!?... III. Selim Şeyh Galip’i Saraya davet etti, kendisiyle görüştü, ona hediyeler sundu ve iltifatlarda bulundu. Bu tarihlerde 11 Haziran 1791’de Galip, 22. şeyh olarak Galata Mevlevîhanesi şeyhliğine getirildi. III. Selim, sık sık Galata Mevlevîhanesi'ne gitmiş ve sohbetlerde bulunarak Şeyh Galip'e verdiği ehemmiyeti göstermiştir. Şeyh Galip'in sarayı ziyaretinde de Padişah’ın, "Pamuk Şeyh’im, şeref verdiniz." diye itibar sözü ile karşılandığı bilinir.Şeyh Galip Galata Mevlevîhanesi'ne başladığı tarihten itibaren, "Galip Dede" diye anılmıştır. 1794 senesinde üzerinde büyük emeği olan Annesi Emine Hanımın ölmesi ve çok sevdiği şair Esrar Dede’yi annesinin ölümünden üç sene sonra, 1797’de kaybetmesi Galip Dede’yi derinden sarsacak ve yaralayacaktır. Şeyh Galip bu olaylardan bir yıl sonra hastalanarak yatağa düşmüştür. Padişah ve çevresindekilerinin bütün çabalarına karşılık, birkaç ay sonra, şöhretinin zirvesine ulaştığı 26 Recep 1213 / 1799 yılının 3 Ocağında 42 yaşında, bu fani âlemden, “Bâkî kalan bu kubbede hoş bir seda imiş…” ifadesini şahsında bulduğumuz Peygamber sevdalısı bu büyük mutasavvıf, bakî âleme, Rabb’ine çok genç yaşta yürüyecektir. Allah derecelerini âli eylesin…Büyük Divan Üstadı Şeyh Galip, Klâsik Türk Edebiyatına farklı bir mana boyutu getirmiştir. O, Klâsik Edebiyat çizgisinde kalarak Klâsik Edebiyat anlayışını, muhteva açısından içerisinde bulunduğu Mevlevî ve tasavvuf kültürü yardımıyla da omuzlayarak yükseklere taşımıştır. Bütün şiirlerinde tasavvuf öğretisinin yoğunluğu ve süreliği, mücerret kavramların müşahhaslaşarak bir derinlik kazanması görülür. Zengin bir ruh âlemine sahip olan Galip’i anlamak için tasavvufun girift lâbirentlerinde debelenmek gerekir. Şeyh Galip’in muhayyilesi çok zengindir. Soyut duygularla, yaşadığı manevî atmosfer arasında bağlantılar kurar. İç âleminde yoğun düşünceler duyan Şeyh Galip, bu duyuşlarını sembollerle çok etkili ve sarih bir şekilde ortaya kor. Dili ağır ve süslüdür; fakat şiirlerinin içeriği, bünyesinde yaşadığı toplumun yüzyıllardır nesilden nesile aktardığı manevî kültür birikimiyle uyumludur. Bunun yanında sade ve süssüz bir Türkçe’yle söylediği şiirleri de vardır. Onu diğer büyük divan sanatçılarından farklı kılan tasavvuftur. Büyük yanar dağların içerisindeki volkanları zamanla dışarı atması gibi Şeyh Galip de kalp manevî iklimindeki volkanları dışarı atar. Bu atımları, harikulâde tabaklar içerisinde ikram edilen leziz taamlar gibi güzel kalıplarda, kaplarda sunar. Galip Dede’yi üstün kılan bu sunumlarıdır. Şiirlerinde hayaller çok renkli ve zengin bir kompozisyon oluşturur. Tıpkı Mevlâna Celâlettin-i Rumî’nin Mesnevî’si gibi günümüzde Şeyh Galip Dede’nin şiirleri, şiirlerindeki semboller, söz sanatları, benzetmeler, Batı’da büyük ilgi görmektedir.
NAAT:
Kelime anlamı olarak naat, methederek anlatma, övme, vasıflandırma demektir. Divan Edebiyatında naatlar, daha çok Hz. Peygamber’i methederek övmek ve O’nun şefâatine nail olmak maksadıyla yazılmış manzumelerdi. Naat-ı Şerif, Naat-ı Nebi, Naat-i Mustafa olmakla birlikte; her hangi bir tasavvuf ulusunun, bir din büyüğünün, özellikle de Hulefa-i Raşidin’e (Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali)'nin övgüsüne tahsis edilmiş naatlar da vardır. İran edebiyatında, XVI. asırda, Hz. Ali hakkında yazılmış olan naatlar oldukça geniş bir yekûn tutmaktadır. Dört Halife’nin (Çihâryâr) metihleri hakkında yazılan manzumelere: "Naat-i Çâryâr" Hz. Ali'nin methini konu edinenlere de "Naat-i Ali" denir. Cem'i “nu'ût” dur. Naat yazanlara "naatgû" cami ve tekkelerde naat okuyanlara da "naathân" tabiri kullanılır.Naatlar, divanların baş kısmında Tevhîd ve Münacaatlardan sonra yer alır. Klâsik şiirimizde övgüler daha çok kaside ile yapılmaktadır. Fakat naatlar kasidenin yanında mesnevî, gazel, murabba, muhammes, müseddes, gibi nazım şekilleriyle de yazılmıştır. Umumiyetle, hangi nazım şekli ile yazılmış olursa olsun, Hz. Muhammed'i konu alan manzumelerin tümüne “naat” adı verilmekleredir. Bu arada, az da olsa, mensur naatlara da tesadüf edilmektedir. Birkaç istisna dışında, Divan şairlerinin hemen hepsinin naat yazdığı söylenebilir. Osmanlı edebiyatında en çok naat yazan şair, Nazîm'dir. Bu edebiyatta Şeyhî (ölm. 1431), Ahmet Paşa (ölm. 1497), Necatî (ölm. 1509), Fuzulî (ölm. 1556), Nefî (ölm. 1635), Naîmî (ölm. 1727), Nâbî (ölm. 1712), Sabit (ölm. 1712), İshak Efendi (ölm. 1776), Şeyh Galip (ölm. 1799) naat sahasında başarılı olmuş şairler arasında sayılmaktadır. Fuzulî'nin, "su" ve "gül" redifli kasideleri, Nâbî'nin 137 beyitlik, Şeyh Galip'in, "müseddes" nazım şekli ile kaleme aldıkları naatları oldukça ünlüdür.
Naatlarda, önce Hz. Peygamber (s.a.v.)'in üstün meziyetleri, bütün güzel vasıfları, ahlâkının eşsizliği anlatıldıktan sonra, mucizelerinden bahsedilir. Manzum naatların bazılarında, sonlara doğru Ehl-i Beyt'in, Dört Halife’nin, Ashâb'ın ileri gelenlerinin üstün özellikleri anlatılır. Nihayette, Hz. Peygamber'in şefaatine sığınılır ve manzume, salât ve selâm faslı ile sona erer. Naatlarda âyet ve hadislerden yapılan iktibaslara ve telmihlere çokça tesadüf edilir. Arap Edebiyatında ise Peygamber Efendimizi metheden şiirler daha O’nun sağlığında yazılmaya başlanmıştır. Arap Şairi Züheyr’in Efendimiz için kaleme aldığı, “Kaside-i Bürde” çok ünlüdür.
İstedik ki Rehber Dergisi’nin bu sayısında doğumunun 1435. yılını kutladığımız Rasûlullah Efendimizin Klâsik Türk Edebiyatındaki müstesna yerini gösterelim, Klâsik Türk Edebiyatında bir kültür hâline gelen ve Divan şairlerinin hemen hepsinin yazdığı naatlardan özellikle ünlü olanlarından bir tanesinin tahlilini yaparak sizlerle paylaşalım...
Şeyh Galip ve Klâsik Türk Edebiyatında Hz. Peygamber’in sevgisi ve şefaatine nail olmak için yazılan naatlar hakkında yukarıda yeterince bilgiler verildi. Şeyh Galip’e ait o ünlü “Naat”ın orijinalini ve orijinalinin günümüz Türkçe’sine çevrisini vererek, İnşâallâhhüteâlâ, daha sonra naatın kısa bir şerhini yapalım.
EFENDİM!...
Sultân-ı rüsûl, şâh-ı mümeccedsin Efendim!...
Bîçârelere devlet-i sermedsin Efendim!...
Dîvân-ı İlâhîde ser-âmedsin Efendim!...
Menşûr-ı le’amrüke mü’eyyedsin Efendim!...
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!...
Tâbiş-geh-i ervâh-ı mücerred güherindir…
Mâlişgeh-i ruhsâr-ı melik hâk-i derindir…
Ayîne-i dîdâr-ı tecellî nazarındır…
Bû Bekr Ömer, Osmân ü Ali yârlarındır…
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!...
Hutben okunur minber-i iklîm-i bekâda…
Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-i cezâda…
Gülbâng-i kudûmun çekilir Arş-ı Hudâ’da…
Esmâ-i Şerîfin anılır arz u semâda…
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!...
Ol dem ki velîlerle nebîler kala hayrân…
‘Nefsî’ deyü dehşetle kopa cümleden efgân.
Ye’s ile usâtın ola ahvâli perîşân.
Düstûr-ı şefâ’atle senindir yine meydan…
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!...
Bir gün ki dalıp bahr-ı gama-ı firkate gittim.
İlden yitirip kendimi, bîhodluğa yitdim.
İsyânım anıp, âkıbetimden hazer itdim:
Bu matlâ’ı yâd eyledi bir seyyid işitdim.
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!...
Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz!
Sermâye-i îmânı tebâh eylemeyiz biz.
Bâbun koyup ağyâre penâh eylemeyiz biz.
Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz.
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!...
Bî-çâredir ümmetlerin isyânına bakma…
Dest-i red urup, hasret ile Dûzâha kakma…
Rahm eyle amân, âteş-i hicrânına yakma…
Ez-cümle kulun Gâlib-i pür-cürmü bırakma.
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!...
Bilinmeyen Osmanlıca Kelimeler
Sultân-ı Rüsül: Resullerin Sultanı
Şâh-ı Mümecced: Methedilmiş, övülmüş, şereflendirilmiş şah
Devlet-i sermet: Sürekli, değişmez, daimî devlet
Ser-âmed: Başta bulunan, ileri gelen
Menşû: Neşrolunmuş, dağıtılmış, yayılmış
Sultân-ı müeyyedsin: Doğrulanmış sultan
Tâbişgeh-i ervâh-ı mücerred: Pırıltılı yerde üstün ruhlar
Güher: Elmas, cevher
Mâlişgeh-i ruhsâr-ı melek: Meleklerin yüzlerini sürdüğü yer
Hâk-i derindir: Kapı eşiğinin toprağı
Minber-i iklîm-i bekâda: Ebedî devletin minberi
Mahkeme-i rûz-ı cezâda: Ceza gününün mahkemesi
GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİNE ÇEVİRİSİ
EFENDİM!...
(Resullerin Sultanı’sın, övülmüş Şah’sın Efendim!...
Çaresizlere, değişmez sürekli devletsin Efendim!...
İlâhî divanda en başta gelensin Efendim!...
‘Le’amrüke’ emr-i ilâhîsiyle ebedîsin Efendim!...)
(Sen Ahmet ü Mahmut u Muhammed’sin Efendim!....
Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim!....)
(Pırıltılı yerde (üstün) ruhlar (arasından seçilmiş) cevhersin…
Kapı eşiğinin toprağı, meleklerin yüz sürdüğü yerdir...
Senin baktığın yerlere yüzünün nuru yansır…
Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali dostlarındır…)
(Sen Ahmet ü Mahmut u Muhammed’sin Efendim!....
Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim!....)
(Bakî âlem minberinde hutben okunur.
Ceza gününde, (büyük) mahkemede hükmün tutulur…
Huda arşında toplu halde (sana) salâvat çekilir…
Arz ve semada güzel isimlerin anılır
Sen Ahmet ü Mahmut u Muhammed’sin Efendim!..
Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim!..)
(O vakit ki nebîler, veliler (sana) hayran kalır…
Dehşetle cümle (insanlar), “Nefsî” diye korkuya kapılır.
Ümitsizlik içerisinde günahkârların hâli perişandır.
Müsaade olunan şefaatle senindir meydan…)
(Sen Ahmet ü Mahmut u Muhammed’sin Efendim!....
Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim!....)
(Bir gün ki gam denizinde ayrılık fikrine dalıp gittim.
Kendimi kaybedip mana ikliminde yittim.
İsyanımı anıp akıbetimden korktum.
Bu matla’ı yâd eyledi,(okudu) bir seyit işittim.)
(Sen Ahmet ü Mahmut u Muhammed’sin Efendim!....
Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim!....)
(Ümitteyiz, ümitsizlikle ah eylemeyiz biz!
İman sermayesini harap eylemeyiz biz.
(Ey Rasûlullah!) kapını koyup gayrisine sığınmayız biz.
Sen muhafaza ederken başka yere bakmayız biz.
(Sen Ahmet ü Mahmut u Muhammed’sin Efendim!....
Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim!....)
(Biçaredir, ümmetlerinin isyanına bakma…
Ret elini verip hasret ile cehennemde yakma…
Merhamet eyle, aman hicran ateşine yakma…
Ümmetlerinden çok günahı olan Galip’i bırakma.)
(Sen Ahmet ü Mahmut u Muhammed’sin Efendim!....
Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim!....)
Üssâtın: İsyan eden, günahkâr
Düstûr-i şefâatle: Müsaade olunan şefaat izni
Bahr-i gam-ı firkate: Gam denizinde ayrılık
Hazer: Pişman, çekinme, sakınma, korkma
Tebâh: Bozuk, çürük harap, berbat
Nigâh: Bakış, bakma
Sâyende: Koruma, muhafaza etme
Penâh: Sığınma, korunma
Rahmeyle: Merhamet eden, acıyan
Dest: El
Duzâh: Cehennem
Hôd: Kendi, şahsı
Şeyh Galip’in bu şiiri yedi bentlik bir müseddestir. Müseddes aruz vezninin, “Mef’ûlü / mefâîlü / mefâîlü / feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. “Resullerin Sultanı’sın, şereflendirilerek övülmüş Şah’sın Efendim!...” diyerek Naat’ına başlayan Şeyh Galip’in vermek istediği mesaj çok açıktır: Son Peygamber Hz. Muhammed Allah tarafından şereflendirilerek övülmüş ve peygamberlerin en başı yani sultanı kılınmıştır. Ve akabinde Hüsn ü Âşk sahibi, çaresizlerin çaresi olarak Rasûlullah Efendimizi işaret ediyor. Onun Divan-ı İlâhî’deki konumuna dikkat çekerek Hicr Suresi’nin 72. ayet-i kerimesine telmihle: “Le’amrüke emr-i ilâhîsiyle ebedîsin Efendim!...” ‘Le’amrüke’ lâfsıyla başlayan âyet-i kerimesinde özellikle dikkat çekilmek istenen bölüm şöyledir: “Resulüm! Ömrüne yemin olsun ki…”(2)
“Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!...”
Bu tekrarlar, şiirde şekil ve muhteva açısından bir bütünlük arz ederek müzikâliteyi sağlıyor, şiir sonuna kadar devam ediyor. Rasûlullah Efendimizin ruhlar arasından seçilmiş bir cevher, mücevherat olduğundan, meleklerin Efendimiz’in kapı eşiğinin toprağına, yüz sürdüklerinden ve yüz nurunun baktığı yerlere yansımasından, dostlarından, “Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali” ikinci bentte bahsediliyor. Yine Peygamber-i Zişan Efendimize övgüye yönelen Galip Dede, Fahr-i Kâinat Efendimiz’e Allah’ın verdiği nimetlerden dem vuruyor: Bâkî âlemde yani ahirette namı terennüm edilir, Ruz-u Mahşer’de, Mahkeme-i Kübra’da Allah’ın izniyle şefaat yetkisi vardır.
Üçüncü bentte dikkatlerimizi çeken diğer başka mısralar var ki: “Gülbâng-i kudûmun(3) çekilir Arş-ı Hudâ’da… Esmâ-i Şerîfin anılır arz u semâda…” Bu mısralar şu âyet-i celileye işaret ediyor olabilir: “Gerçekten Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey îman edenler! Siz de O’na teslimiyetle salât ve selâm edin.”(4) en iyisini şüphesiz Allah bilir. Sadece semada değil arzda da ins ü cin Efendimiz’e dua etmektedir, O’nu en güzel vasıflarla yücelterek övmektedir, salât ve selâm getirmektedir.
Dördüncü bende geldiğimizde, şairimiz bizlere kıyamet tablosu çizdiği anlaşılıyor: Kıyamet günü mahşer yerinde nebîler ve velîler Efendimiz’e hayrandır. Cümle yaratılan ve sorumluluk taşıyanlar, “Nefsî” diyerek korkuya kapılır. Ümitsizlik içerisinde günahkârların ahvali perişandır. Bütün bu olumsuz durum da dahi Efendimiz’e şefaat yetkisi Allah’ın izniyle verilmiştir.
Beşinci bentte Şeyh Galip iç dünyasında birtakım duygular yaşıyor ve bu duyguları samimi bir üslûpla bizlerle paylaşıyor. Gam denizinde, nedense ayrılık düşüncesiyle kendini kaybederek mana iklimine seyir ediyor. Gam denizinde ayrılık düşüncesine dalmasının sebebini nihayet bu bendin üçüncü mısrasında açıklıyor: “İsyânım anıp âkıbetimden hazer ettim: Bu matlâ’ı(5) yâd eyledi bir seyyid(6) işitdim
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!..
Beşinci bendin dördüncü mısrasında bir seyitten, yukarıdaki Naat’ın nakarat mısralarını işittiğini dile getiriyor. Bu seyitten nakarat mısralarını nasıl ve ne şekilde işittiği şiirde açıkça ifade edilmiyor. Bir sır perdesi bırakılıyor. Bu sır perdesini aralayana âşk olsun!...
Son iki bende yaklaştığımızda korkunun yerini ümit alıyor. Îman nimetinin kıymetine dikkat çekiliyor. Ayrıca yine Galip Dede aynı bentte Rasûlullah’ın kapısından, sancağının altından başka bir yere asla ve kat’a gidemeyeceğinden, sığınamayacağından söz ediyor.
Şiirin son bentinde ise Şeyh Galip Dede, dua ediyor. Bizler de bu dualarına iştirak ediyoruz. Çaresiz, garip ümmetinin zayıflığından dolayı işlediği günahlara bakma, ret elini vererek cehennem narına atma, Rahmet eyle, acı Yaratan’dan ve Sen’den uzak kalmaya bizler dayanamayız. Ayrılık ateşine yakma. Ümmetlerinden bir ümmet olan ve günahı bol bulunan Galip’i bırakma… Galip Dede’yle beraber biz günahkârları da bırakma Ey her İki Cihanın da Sultan’ı!..
Nihai sözler olarak, Âlemlerin ve âlemlerde bulunan bütün canlı ve cansız mevcudatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, İki Cihan Şems ü Kameri Rasûlullah Efendimize, geçtiğimiz haftalarda Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yapılan, bilinçli, çirkin, lânet saldırıları da şiddetle kınıyoruz. Avrupa, Batı, gerçek yüzünü göstermiştir. Kimileri bunun farkında değillerdi. Umarım farkında olmuşlardır. Rabb’im Müslümanlara tefekkür den bir akıl, fikir ve şuur, Rasûl-i Zîşân Efendimizden de asla ayrılmayan bir gönül versin… Müslümanları derinden sarsan ve yaralayan bu çirkin karikatürler hakikatte, tek dişi kalmış sözde medenî Avrupa’nın kendi yüzlerini, karakterlerini resmetmektedir… Rasûlullah’a bir canımız değil sayısız canımız feda olsun… Başlarımız Rasûlullah Efendimizin yoluna hâkeyeksan olsun…(7)
Kaynakça:
1. Çile: “Çile” kelimesi Farsça olup “çihil” sözcüğünden gelmektedir ve “kırk” demektir. Eskiden tarikat mensuplarının ve dervişlerin manevî olgunluğa ulaşmak için 40 gün 40 gece bir odaya kapanıp kimseyle görüşmemek, ibadet-i taat içinde olmak ve ancak yaşamlarını sürdürecek kadar az uyku ve yiyecekle kanaat etmek üzere geçirdikleri meşakkatli devreye “çile” denir. Çile aynı zamanda Mevlevîlikte “can” denilen Mevlevî müritlerinin dergâhın çeşitli hizmetlerinde çalışmak suretiyle riyazet yaparak doldurdukları 1001 güne verilen isimdir. Bu süreyi dolduran “can”lar “dede” unvanını almaya hak kazanırlardı.
2. el-Hicr, 15/72.
3. Kudûm: Türk tasavvuf müziğine mahsus usul vurma âletlerindendir. En çok Mevlevîhanelerde olmak üzere tekkelerde kullanılmıştır. Mevlevî sohbet, zikir ve tefekkür meclislerinde büyük ehemmiyeti vardır, zira zikirle raks eden dervişler kudümün vuruluşuna tâbidirler.Gülbâng: Eskiden tekkelerde, sohbet sırasında, saraylarda muayyen merasim sırasında hep bir ağızdan yüksek sesle okunan ilâhî veya dua…Gülbank örneği: Allah Allah illâllah, baş üryân, sîne püryan, kılıç kalkan, bu meydanda nice başlar kesilir, olmaz hiç soran, eyvallâh eyvallâh, kahrımız kılıcımız küffara ziyan, kulluğumuz padişaha ayan, üçler, yediler, kırklar, gülbâng-ı Muhammedî (ezan), nur-u Nebi, kerem-i Ali Pirimiz, Sultanımız Abdu’l - Kadir Geylânî, demine de hû diyelim hû…
4. el-Ahzâb, 33/56.
5. Matlâ: Kasidenin ilk beytine “matlâ” denir.
6. Seyyid: Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin’in soyundan gelenler, Şerif ise Hz. Hasan’ın soyundan gelenler.
7. Hâkeyeksan (Hâk ile yek-sân) olmak: Toprağa karışmak, toprakla bir olmak.